OSMANLICA VE HÜSN-İ HAT SANATI
Milletleri millet yapan tarihleri ve kullandıkları lisanı, dili ve alfabesidir. Dünü bugünü yarını anlatabileceği iletişim aracıdır. Dilini kaybeden milletler; eğitimden kültürden sanattan kısacası, hafızasını ve milli kimliğini kaybetmiştir. Dilini kaybeden bir millet, millet olma şerefini kaybetmekle yüz yüze gelir. Lisan ve yazısını kaybeden bir millet, hafızasını kaybetmiş demektir. Böyle bir millet, kendi kültürüne ve tarihine yabancılaşır, geçmişte ne olduğunu unutur, anlatılan geçmişine masal der geçer bir hale gelir.
Yüzyıl önce ecdadımızın kullandığı Osmanlıca dili; Bin yıla aşkın kendini gelişen bir dildir. Hem Arapçadan hem Farsçadan faydalanılmıştır. Ecdadımızın bizlere bıraktığı eserleri hayat tecrübelerini anlayabilmemiz, Osmanlı Türkçesini okuyup anlayabilmekten geçmektedir. Millî kültürümüzün temelini oluşturan eserlerimizin hemen hemen tamamı, Osmanlıcayla yazılmıştır.
Yeni neslimiz, ecdadından kalmış bir kitap veya eski bir tapu senedinin, bir paranın, bir çeşme kitabesi, tarihî bir çarşı girişi olan Osmanlıca metnini okuyamadığı gibi, gerek ne manaya geldiği bilemez halde. Çağ açıp çağ kapayan ecdadımızın bir kültür mirasçıları olan bizler, birkaç yıl değil, asırlarca tüm dünyayı adâlet ve şefkatiyle ışık saçan bir milletin torunları olarak ecdadımızın kaleme aldığı o güzide eserleri araştırma gereği bile duymuyoruz. Yedi asır cihana hükmetmiş bir milletin evlatları olan bizler, artık önüne konulan çevirilerin dışında, atalarının bugüne kadarki kültür birikiminden istifade edememekteyiz.
Değerli Osmanlı büyüğü, bin altı yüz (1600)’lü yıllarda yaşamış Üstat Niyazı Mısri’nin yazmış olduğu bir eseri, iki bin yirmi (2020) yılında yani şuan günümüzde yaşayan bizler okuyamıyoruz. Ancak bin altı yüz (1600)’lü yıllarda yaşamış bir İngiliz ya da Fransız'ın yazmış olduğu bir yazıyı şimdiki torunları rahatlıkla okuyup yazıyor.
En çok gelişmiş ülkeler arasında olan Finlandiya ve Japonya; eğitim, ilim ve fen alanında gelişmesinin en önemli olan unsurlarından biriside Yunanistan ve Bulgaristan'a atık kâğıt fiyatına sattığımız Osmanlı arşivimizin dokümanlarını araştırıp okuyup anladıktan sonra kendi ülkelerinde uygulamasıdır.
Mehmet Akif Ersoy’un dediği gibi:
İşleri var dinimiz gibi, dinleri var işimiz gibi…
Son olarak şunları söylemek istiyoruz:
Osmanlı Türkçesi yetmiş bin (70.000) kelimedir. Ülkemizde sosyal hayatın içerisindeki İnsanlarından; Spiker, konuşmacı yazar, düşünür (aydın) Prof. gibi insanlar 500 Kelime konuşabiliyor.
En acısı ise günümüz sosyal medya gençliği ise bir günde kullandıkları kelime sayısı ortalama elli (50) kelimeyi geçmediği tespit edilmiştir.
Bireyin kullandığı kelimeler o’nun karakterinin dışa yansımasıdır. İnsanlar düşünüp, duygu ve düşüncelerini kelimelerle dinleyiciye yansıtırız (ifade) ederiz. Kullandığımız kelimeler bir sanatçının bir ressamın fırçasındaki renkler gibidir. Ressamın elinde ne kadar çok renk varsa o kadar sanatını ifade etme gücü yüksek tablolar ortaya çıkarır. Bu açıdan her kelimenin de kendine göre rengi, tonu, tesir gücü çok farklıdır.
Kullandığımız kelimeleri iyi tanımalıyız. Kelimeleri tanımayanlar, kelimelerin gücünü ve tesir alanlarını bilemezler.
HÜSN-İ HAT HUSUSUNDA
"Kuran Mekke'de indi, Mısır'da okundu, İstanbul'da yazıldı…"
Kuran'ın Mekke'de indirildiği ancak Mısır'daki güzel, hoş sesli hafızlar tarafından severek okunulduğu, İstanbul'un hattatları tarafından özenle yazıldığı söylenir.
İslâmiyet'in zuhuru ile Peygamberimiz (aleyhi’s-Salêtu ve’s-Selâm)’in yakın Sahabelerinden;
Hazreti Ali,
Hazreti Ömer,
Hazreti Talha,
Hazreti Ebân b. Said,
Hazreti Osman b. Said,
Hazreti Yezîd b. Ebû Süfyân,
Hazreti Hatîb b. Ömer,
Hazreti A'lâ b. Harezmî,
Hazreti Ebû Selman b. Aduleşhel,
Hazreti Abdullah bin Said,
Hazreti Husrayt b. Abdulazzâ,
Hazreti Muâviye (radiyallâhu anhum ecmain), vahiy kâtipliği yaparak İslâm âleminin ilkyazı yazanları olmuşlardır.
Ma'kilî olan ilk İslâm yazısı kısa zaman içinde “Kûfi” yazısı ile tekâmül etmiştir. Hazreti Ali (radiyallâhu anh), bu sahada çok güzel örnekler vermiştir.
Türklerin ve bilhassa Osmanlıların İslâmiyet'e yaptıkları hizmet sırasında, İslâmî sanatlar arasında en ziyade ileri götürdüğü sanat, hüsn-i hat olmuştur.
Hüsn-i hat yazarlarına “kâtip” denir. Çoğulu küttâb'dır. Daha sonraları “hattat” denilmiştir. Osmanlılar zamanında hattatlara “hoş-nüvist” (güzel yazı yazan) veya “hûb-nüvist” de denilmiştir. Yazı çeşitlerine göre de “ta'lik-nüvist” (ta'lik yazan), “celî-nüvist” (celî yazan) gibi isimler verilmiştir.
Yakut-ı Mustasımî'nin Anadolu'daki etkisi 13. yüzyıl ortalarından başlayıp 15. yüzyıl ortalarına kadar sürdü. Bu yüzyılda yetişen Şeyh Hamdullah (1429-1520) Yakut-ı Mustasımî’nin koyduğu kurallarda bazı değişiklikler yaparak Arap yazısına daha sıcak, daha yumuşak bir görünüm kazandırdı. Türk hat sanatının kurucusu sayılan Şeyh Hamdullah'ın üslup ve anlayışı 17. yüzyıla kadar sürdü. Hafız Osman (1642-98) Arap yazısına estetik bakımdan en olgun biçimini kazandırdı. Bu tarihten sonra yetişen hattatların hepsi Hafız Osman'ı izlemişlerdir.
Hattatlarımızın göz nurlarıyla bir matematiksel nokta değerlerine göre yaptıkları o kıymet biçilemeyen Ayet-i Kerime, Hadis-i Şerif ve Bilge insanların söz ve deyimlerini tablo haline getirerek sanat ve koleksiyoncuların en güzel köşelerini süslemektedirler. Aylar süren çalışmalarla ancak hazırlanabilmiş hususi (aharlı-tezhipli) kâğıtlar üzerinde eşsiz birer tabloya dönüşen veya bazen pirinç bir levha ya da mermere, ahşaba asırlara meydan okurcasına kazınan, bir câmi’ kubbesine ilmek ilmek işlenen ve akıllara durgunluk veren hat sanatı numuneleri bugün (had) bilme düsturuyla Hüsn-i Hat dersi almaya çalışan her yaşta sanat sevenler vardır.
Hat sanatında harflerin sembolleştirilmesi ya da sembolün harfe uygulanması yatar. Kişi bunu hayal dünyasında canlandıramaz ve canlandırdığı halde bunu kâğıda dökemezse hat sanatı amacına ulaşamamış olacaktır. Bu anlamda hat ustalarının önemi oldukça büyüktür. Herkesin yapabileceği bir şey olmayan hat sanatı, ustasından öğrenilmesi gereken bir zanaattır.
Hat yapmayı öğrenmek isteyen kişi ustayı iyice gözlemler, yetişir ve hayal dünyasını hat sanatı ile birleştirirse hat ustası olmaya aday olabilecektir. Bu açıdan bakıldığında hat sanatının kursu olamayacağı açıktır. Yani diğer sanat dallarında olduğu gibi, “bir ay kursa gittim,” “öğrendim artık yapabilirim,” demek hat sanatında çok zordur. Gerçek bir hat ustası olabilmek için uzun bir uğraş ve emek gerekmektedir. Elbette ki o ruha erişebilmek işin en önemli kısmıdır. Hat sanatı kişinin yetenekli, hayal gücünü özgürce dışa vurabilen bir kişilikte olmasını gerektirir ki hayal dünyasının kurulması bile bu kadar zorken dışa vurmak hiç de kolay değildir.
Bizler Tisam Ailesi olarak, başta güzel Malatya’mız olmak üzere tüm Türkiye’mizde ve dünyada bu kutlu zanaatı ve Osmanlıcayı dimağlara nakşetmeye kendimizi adamış bulunmaktayız.
Siz aziz milletimizin tüm insanlığa bu güzellikleri nakşetme yolunda bizleri yalnız bırakmayacağınızı temenni ederiz!
YAZI ÇEŞİTLERİ
1. Kûfî Yazı: İslam yazısının en eski örneği olan bu yazı, İslamiyet’in zuhurunda Arap yarımadasının birçok yerinde kullanılmakta idi. Nitekim ilk Kur'ân-ı Kerim’ler bu yazı ile yazılmıştır. Düz çizgiler ve köşelerden oluşan bir yazı çeşididir. Kûfî denilen yazının en temelli karakteri geometrik olmasıdır.
2. Sülüs Yazı: Sülüs yazı hicretin dördüncü yılında ortaya çıkmıştır. Kûfî yazıdaki düz ve köşeli şekiller bu yazıda yerini yuvarlaklığa ve eğri çizgilere bırakmıştır. Sülüs yazının, bir santim veya daha fazla genişlikte açılmış kalemle yazılmış olanına “celî sülüs” adı verilir. Büyük levhalar, kitabeler ve birçok mezar taşları bu yazıyla yazılmıştır.
3. Nesih Yazı: Nesih, sülüs türünün gövde oluşları bakımından en ilkel olan şeklidir. Nesih yazısının gövdesi, sülüs ve celi tiplerine göre çok yalındır. Kalem uç genişliği sülüsün üçte biri kadardır. Kur'ân-ı Kerim, Delâil, En'âm, Hadis-i Şerif kitapları, Tefsirler ve Divanların yazılmasında bu yazı kullanılmıştır.
4. Muhakkak Yazı: Sülüs yazıdaki harflerin yatay kısımlarının daha genişletilmesi sonucunda ortaya çıkmış bir yazı çeşididir.
5. Rika' Yazı: Buna, nesih yazının dişsiz, yuvarlak ve kıvrak bir çeşidi diyebiliriz. İcazetler bu yazı ile yazıldığı için “icazet yazısı” da denilir.
6. Tevki Yazı: Sülüs yazının daha değişik ve ufaltılmış bir türüdür. Daha ziyade resmi evrakta kullanılmıştır.
7. Ta'lik Yazı: Bütün harfleri dairemsi olan bu yazı, her şeyden evvel çizgilerin bir musikisidir. İran'da icat edilmiştir. Bir santim veya daha fazla genişlikte açılmış kalemle yazılmış olanına “celi ta'lik” adı verilir.
NAMI DEĞER HATTATLARIMIZ:
- İbn-i Mukle (885-949),
- Ya'kût-i Musta'sımî (1204-1298),
- Şeyh Hamdullah (1437-1520),
- Ahmed Karahisarî (1468-1556),
- Hafız Osman b. Ali(1642-1698),
- Mehmed Esad Yesârî (1753-1798),
- Mustafa Râkım (1757-1828),
- Mahmûd Celâluddîn (? - 1849),
- Esmâ İbret (Mahmûd Celâluddîn’in hanımı) (? -1780),
- Kamil Akdik (1861-1941),
- Mustafa İzzet (1770-1849),
- Şevkî Efendi (1829-1887),
- Hulûsî Efendi (1869-1940),
- İsmâil Hakkı Altunbezer (1873-1946),
- Mustafa Halim Özyazıcı (1898-1964),
- Beşiktaşlı Hacı Nûrî Efendi (1868-1951),
- Mahmûd Yazır (1895-1952),
- Necmeddin Okyay (1883-1967),
- Hâfız Kemal Batanay (1891-1981),
- Hâmid Aytaç (1891-1982),